18 Ocak 2013 Cuma

SCOTTY, YEMEK HAZIR MI?



Bu akşam eve geldim. Anam mutfakta yemek pişiriyordu. Ayıptır söylemesi, brokoli ve karnabahar salatası yapmış. Böyle bol zeytinyağlı-limonlu severiz biz salataları, bir de anam elini bol tutar hep, tepeleme yığmış gene. Belki “Zor olmuyor mu, saatlerce suyu kaynat, haşla tencerede” diye soracaklar çıkar, ben söyleyeyim hemen: zerzevatı suda haşlama devri biteli çok oluyor bizim evde; bu işi artık çelik tencere değil, elektrikli haşlama makinesi yapıyor.  

Neyse, kardeşim eve geldi, yemeği yedik. Bizim ev ahalisinin kimilerine değişik gelebilecek bir huyu var, beyaz ekmek tüketilmiyor burada. “Tam buğday ekmeği” gibi ürünler tüketiyoruz son birkaç senedir. Kardeşim de etrafta oradan buradan değişik ekmekler bulmada iyice uzmanlaştı. “Tam çavdar ekmeği” diye bir şey alıyor bi mandıra mağazasından. Ufacık bişey ama yarım kilo kadar var, bir de öyle sert ki sormayın; insana atsan odun misali kafa yarar. Bıçak falan zor kesiyor. Ama hiiç dert etmiyoruz bunu, çünkü biz ekmeği artık bıçakla değil, makineyle kesiyoruz. Evet evet, yemin ediyorum; bizim evde bir “ekmek kesme makinesi” var. Gurbetçi ailenin biri Almanya’dan 90’larda kesin dönüş yaparken yanlarında getirmiş aleti, fakat Avrupa’nın kalıp gibi ekmekleri yok ki Türkiye’de… Herhalde süngerimsi beyaz ekmeğimizi makineyle kesmeye gerek olmadığı için, aile aleti olduğu gibi kaldırmış. Sonra da akıllarına gelmiş, “biz şunu bir gittigidiyor’a koyalım belki alan çıkar” demişler. Çıktı da.. Anam internetten ekmek kesecek bir aparat ararken aletin ilanını gördü, biz de 1 hafta içinde ekmek kesmede bıçaklara veda ettik.

Her neyse, yemekten sonra şöyle bir keyif kahvesi içelim dedim, herkes memnun oldu. Hemen üst kata çıktım, elektrikli kahve değirmeninde çekirdek kahveleri öğüttüm bir güzel, sonra da filtre kahve makinesinde orta kıvamlı Guatemala kökenli kahveyi yaptım. (Bizim evde filtre kahvenin 10 senelik mazisi var. Bir ilaç şirketi abime eşantiyon kahve makinesi getirmişti 2001’de falan, o zamana kadar neskafe tiryakisi olan anam ve babam o dakika hazır kahveye veda ederek filtreye terfi ettiler.) Sütünü tabii mikrodalgada ısıttım.

Bizim ev böylesi bir “cennet” işte; insanın aklına gelmeyecek, gelse de eline geçmeyecek bilumum elektrikli mutfak aleti dolu her bir yanımız. Evde iki mikrodalga fırın var; biri üst kattaki servis mutfağında, diğeri ana mutfakta. Mutfak robotu, el blenderı, tost makinesi, kettle gibi klasik aletlere hiç girmeyeyim. Hafta sonları kahvaltı ritüelimiz vardır, vazgeçmeyiz. Sıcak ekmeğe tereyağı sürmek gibisi de yoktur, o yüzden kardeşim antika görünümlü ekmek kızartma makinesiyle çıkageldi bir gün eve. (Ama valla çok ucuza kapatmış aleti, 29 lira. Sonra bir sürü yerde gördüm aynısını, etiketlerde hep 99 lira yazıyordu.) Neyse bunda kesme makinesinde kestiğimiz dilimleri kızartırız. Mutfak ve yemek yeme kültürünün ailelerde genetik olarak aktarıldığını düşünürüm. Bizim evdeki kahvaltı kültüründe de rafadan yumurta baştacıdır. Kahvaltı yumurtası dendi mi akla hemen rafadan geliyor. Kayısı falan değil, üst düzey rafadan olacak. Hani kıvamı tutturmak için dakika sayılır ya, işte bizde o işi bir alet yapıyor. “Yumurta pişirme makinesi” var evde. Böyle istenilen kıvamı ayarlıyorsun, sonra makine yumurta olunca ötüp haber veriyor “Piştiii!” diye. Neredeyse R2-D2 kadar akıllı.

Soğuk algınlığı nezle durumlarında ocağın üstündeki dolapta “bitki çayı hazırlama robotu” var; onu indirip şahane nane-limon kaynatıyoruz. Vitamin desteği için de “elektrikli narenciye sıkma” makinesinde bol bol greyfurt sıkıyoruz. 2-3 ay önce anamla Carrefour’da gezerken gözü mutfak aletleri satan bir mağazanın vitrinine takıldı. Şöyle bir anama baktım, gözlerinde çok iyi bildiğim teknoloji ışığı vardı. Gördüğü şey actifry denen bir pişirme aygıtı; nasıl demeli, bir tür tekno-tencere. Önce bir durdu, “Haa, bunu duymuştum Bilge, mucize gibi bir alet” dedi, anlattı bir güzel. 10 dakika geçti geçmedi; kendimi aldığımız aygıtın kutusunu arabaya yerleştirirken buldum. Bir kaşık yağla patates kızartıyor alet. Arnavut ciğeri bile yapıyormuş, yalnız daha denemedik bunu. Helva da yapabildiğini tahmin ediyorum. Ama içine terayağ koyabilir miyiz acaba? Kullanma kılavuzuna bakmam lazım. Ha, bir de kardeşimin arada aşka gelip çıkardığı “waffle makinesi” de var, çok önemli. Anam taa 2005’te Norveç’ten getirmişti. Bildiğin beşgen şekilli waffle yapıyor alet. Son zamanlarda kullanmadık pek; dur söyleyeyim de bir gün waffle çevirelim... 

Arada düşünürüm biz niye böyle olmuşuz diye. Aslında aile tarihinde gerilere gidince bu beni pek şaşırtmıyor. Rahmetli dedem Emin Çelik (babamın babası) kendi köylerinde nevi şahsına münhasır bir adammış. Misal bizim köyün ve civar köylerin ilk belletmeni olmuş dedem. (Belletmen, küçük yerleşim yerlerinde ilköğretim seviyesinde okuma-yazma eğitimi veren kişilere denirmiş.) Köye modern kiremitleri de ilk önce dedem ve abisi getirmişler, bizim eve koymuşlar herkesten önce. Sonra köye bağcılığı da Emin dedem getirmiş, ondan önce asma yetiştiriciliği bilinmezmiş.

Hasan dedeme gelince… Anamın babası; Girit doğumluymuş. Adana’da yaz geldi mi bağa geçerlermiş, şehrin sıcağından kaçmak için. O bağda dedem nerden bulduysa pilli kocaman bir radyo edinmiş. Komşu bağlarda öylesi hiç yokmuş, millet bizim evde toplanırmış “ajans” saatinde. Kutu fotoğraf makinesi varmış sonra, usta işi bir aletmiş. (Dedemin çektiği birkaç eski fotoğraf hala duruyor hatta. Onları da tarayıcımda taratıp arşivlemeli.) O günlerde şapka takmayı sürdürenler yalnızca fötr takarken, bizim dede yazları işe giderken mutlaka “Panama şapka” takarmış. Sonra tabii henüz elektrik bağa henüz ulaşmamış, millet gaz lambasıyla idare etmeye çalışıyor;  ama bizim evde her daim “lüks lambası” varmış, gaz lambasını eve sokmamış dedem. Bir de o günlerde Adana’da enginarı bilen pek yok; bizim bağın bir köşesine 25-30 kök enginar dikiliymiş..  

Burdur’da elektronik aletler, beyaz ev eşyası vs. alışverişler için hep gittiğimiz bir mağaza vardı, Bekdemirler. Lise son sınıftayım, anam orada bir gün “Vestel İnternet TV” diye bir şey bulmuş. Dükkânın sahibi “Hocam bir tane merak ettim getirdim, cihazın yüzüne bakan olmadı” demiş. İşte o cihaz iki sonra bizim eve girdi. Tahmin ediyorum ki böyle bir şeyi şu ülkede gören ya da kullanan birkaç bin kişinin içindeyizdir. Olay şu, içinde dâhili 56k modem bulunan, monitör olarak TV kullanan bir internet aracı. Uydu alıcısı gibi bir kutu düşünün, televizyona bağlıyorsunuz, bir yerinde de telefon kablosu girişi var. İnternet ortamıyla ilk tanışıklığım o şey sayesindedir. Mesela Manowar’un Kings of Metal albümündeki tüm şarkıların sözlerini buldum internette, el yazısıyla saatlerce ince ince temize geçirdim; ertesi gün okulda kankam Yahya’ya gösterince gözleri açık kaldı. Hafızam beni yanıltmasın, “evinizde internet ne arıyo?” gibi bir şey sormuştu. İnternet kafe denilen şey daha yeni yeni yeşeriyor tabii memlekette, hele Burdur gibi küçük bir şehirde evde bilgisayar olmadan internete girmek “Scotty, bizi ışınla!” demekle neredeyse aynı şey..

Teknolojideki son bombamız ise gene kardeşimden geldi. Tabak-çanaklarımıza özenmediğimiz kadar dikkat ettiğimiz, sanki kristal yemek takımı gibi baktığımız bir kaset arşivimiz var. 1o senedir 3 ev değiştirdik, hepsinde bize başköşede eşlik etti. Hani başkası olsa belki “artık mp3 var, cd var, ne gerek var canım kasete?” der, Mamak’ı boylardı kasetler. Yok, biz sabırla kasetleri dijital ortama çevirmenin pratik bir yolu elbet çıkacak diye bekledik. Geçenlerde kardeşim eve geldi, elinde Çibo’dan bir kutu. Üstünde “kaset dijitalleştirici” yazıyor. Kasetleri mp3 yapmaya yarayan walkman gibi bir cihaz bu. Kaseti tak, çaldır;parçaları bilgisayara mp3 olarak kaydediyor. Hani fotoğrafçıların VHS kasetleri DVD’ye aktarması gibi.. (Bu da bir dönem çok popülerdi; artık sanırım millette VHS kaset tükenmiştir. Yapan kaldı mı acaba?) Böyle bir teknolojik şans kimde vardır valla merak ediyorum. “Şöyle şöyle bir cihaz var mı?” diye düşündüğümüz anda ne kadar ilginç alet varsa evimize giriyor.

Masama bakıyorum, çayım bitmiş. Gidip çay koyayım kendime, bu akşam çayı güzel yapmışım valla. Allahtan en alt kata inmeme gerek kalmıyor; çayı orta kattaki “indüksiyonlu ocakta” demliyoruz. İndüksiyon ne demek hiçbir fikrim yok; bu kelime bana lisede girdiğim bir dersi çağrıştırıyor sadece-ama fizik mi, kimya mı bilemiyorum. Bildiğim şey şu, bu gecenin son çayını içmek üzereyim. Ondan sonra elektrikli battaniyemi 10 dakika kadar çalıştırıp, sıcak yatağıma girip kitap okurum. Ama bu sefer gelenekçiyim. E-kitap değil önümdeki. "Tablet bilgisayar" noktasına henüz gelmedim. Ekmeği makineyle kesiyor, ama kitabın kokusunu tercih ediyorum.

12 Ocak 2013 Cumartesi

Astıma Alerjim Var


Amerikan filmlerinin bir çoğu için klişelerin arasına serpiştirilmiş öyküler diyorum ben. Karakterlerdeki stereotipleştirme bunun en bariz örneği oluyor haliyle. Romantik komedilerde örneğin esas kız mutlaka sakarlık alametleri gösterir, esas oğlan filmin son çeyreğinde esas kızı mutlaka bir şekilde üzmeyi başarır, ve allem eder kallem eder esas kızı yeniden kendisine dönmesi için ikna eder. Mesela bir karakter diğerini arar ve "Çabuk haberlere bakın!" der. Ne hikmetse aranan kişinin kumandada bastığı ilk tuş daima ilk karakterin izlemekte olduğu kanalı bulmayı başarır. Sanki ABD'de tek kanal devri bitmemiş, Fox, CNN yatırım aşamasında kalmış, 300 milyon Amerikalı tek bir kanala mahkum olmuştur. Mesela ben elin Batıkent'inde gündüzün ortasında arabayı koyacak mendil kadar yer bulamazken, New York'taki meşhur 5. Cadde'de bir yere yetişmeye çalışan kahramanımız onca kalabalığın ortasında park yeri bulmayı hep becerir.

Ama öteden beri dikkatimi  çeken esas bir klişe var ki, niyeyse her türden filmde olmazsa olmaz: hikâyenin ana kahramanı, ya da önemli rol üstlenen bir karakter şiddetli astım hastası olur bu filmlerde. Çok gördüm, hiç şaşmadı. Çoğunda ana karakter filmin bir yerinde astımlı olduğunu gözümüze sokarcasına inhalerini kullanır.Genelde umutsuzluk, çaresizlik hissettiği ve bundan kurtulmaya çalıştığı bir an olur bu- karakterimiz aradığı o gücü, azmi inhalerden gelen derin nefeste bulur sanki. Ruhlar Oteli'nde (The Innkeepers) Claire karakteri (Sara Paxton) astımlıdır mesela. Pek şirin ve acıklı Pay It Forward (İyilik Yap, İyilik Bul) filmindeki bir sahnede de, hastanede astım krizinden muzdarip genç kıza ve babasına yardım etmeyen doktora çıldıran asi zenci karakter, doktoru kıza yardım etmesi için tehdit eder ve o öfkeyle silahını çıkarır, koridor zeminine ateş eder. Genç kız sedyede götürülürken, baba zencinin polis tarafından yaka paça götürüldüğünü görür, gözlerinde acıma ve minnetle karışık bir bakış vardır. 

Shyamalan'ın Signs (İşaretler) filminde de astım neredeyse hayati bir rol kapar. Graham Hess'in (Mel Gibson) oğlu, son sahnede uzaylı dostumuz tarafından bileğinden püsküren gazla zehirlenmek istenir, ama bir anda geliveren astım krizi, çocuğun gazı solumasını engeller. Çocuk, hep kurtulmak istediği astım sayesinde uzaylı biber gazından kurtulmuştur.

Astımdan süper kahramanlar da kurtulamaz. Ya da daha doğrusu süper kahramanların evlatları diyelim. Superman Returns (2006) filminde, Lois Lane'in oğlu Jason çok hassas ve bittabi astımlıdır. Gemideki sahnede kötü adam Brutus annesi Lois'e saldırdığında Jason'da ilk farkettiğimiz şey, bir astım krizi başlangıcıdır. Brutus annesine elindeki nesneyi fırlatmak üzereyken, birden koca bir piyano adamı duvara yapıştırıverir. Derken Jason'u kolları öne uzanmış görürüz-önündeki piyano artık yoktur. Annesi şaşkınlıkla oğluna bakarken Jason'ın elinde beklenen nesne belirir: bir inhaler. Ama, bu kez durum farklıdır: Çocuk inhalere bakar ve beklenen derin nefesi çekmez. Süper kahramanın oğlu, süper bir astımlıdır artık.

Ama astım denince aklıma gelen ilk film Kara Şahin Düştü (2001) oluyor. Josh Hartnett'in canlandırdığı Çvş. Eversman karakteri, bir sahnede arkadaşlarının can verdiği savaş bölgesine geri dönüp dönmeyeceğini düşünmektedir. Son anda giden askerlerin arkasından bakar ve bakışlarından içinde yükselen bir kararlılık görürüz. O kararlılığı perçinlemek istercesine inhalerden derin bir nefes alan çavuş, yarım bıraktığı görevine devam etme azmini de bulmuş olur ve savaş meydanına geri döner.

Amerika nüfusunun 5'te biri astım ve alerjik rahatsızlıklardan muzdarip. Bir istatistik de 25 milyon Amerikalının astım hastası olduğunu söylüyor. Acaba senaristler bu gerçeğin farkında da izleyicinin de daha çok farkında olsun mu istiyorlar? Filmlerdeki astım macerası hiç bitmez, ama benim sorularım da bitmez tabii. Astım Hollywood'a ne anlatıyor? Niye astımlılar rol kapmada üstün? Neden mesela Superman'in oğlu astımlı da, Behçet hastası değil? Amerika'da 27 milyon yetişkinin eklem rahatsızlığı olduğu, 23 milyondan fazla kişinin de diabet hastası olduğu biliniyor. Peki bir gün yağmurlu havada romatizması azan bir Hollywood kahramanı da görecek miyiz? İnanıyorum, Amerikan senaristleri bir gün dünyada başka hastalıkların da olduğunu keşfedecek... 

Not: Babam ve Oğlum'da baba veremden ölür ya, kahramanın astımdan öldüğü bir film bekliyorum Çağan Irmak'tan. 

30 Aralık 2012 Pazar

                    
                      Yeni başladı, zamanla dolacak.